TÜRK (Articles)

Articles en Turque

ARTICLE EN LANGUE TURQUE SUR TRUMP



Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)

2.

22 Şubat 2017

Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.

Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)

Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.

Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).

BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.

Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.

Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 

Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.

1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.

Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.

Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.

Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.

Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.

2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.

Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.

Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.

Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.

3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 

Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.

4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.

Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.

Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.

5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.

Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.

Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.

Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.

Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.

6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.

Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.

15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.

Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.

SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var.
__________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017



1.

Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.

Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.

OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ

"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."

Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.

Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.

Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.

Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.

İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.
















Articles in Turkish


ARTICLE EN LANQUE TURQUE SUR TRUMP



Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)

2.

22 Şubat 2017

Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.

Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)

Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.

Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).

BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.

Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.

Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 

Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.

1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.

Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.

Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.

Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.

Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.

2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.

Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.

Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.

Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.

3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 

Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.

4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.

Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.

Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.

5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.

Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.

Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.

Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.

Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.

6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.

Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.

15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.

Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.

SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var. __________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017



1.

Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.

Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.

OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ

"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."

Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.

Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.

Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.

Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.

İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.
A

Articles in Turkish


ARTICLE EN LANQUE TURQUE SUR TRUMP



Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)

2.

22 Şubat 2017

Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.

Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)

Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.

Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).

BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.

Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.

Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 

Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.

1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.

Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.

Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.

Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.

Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.

2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.

Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.

Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.

Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.

3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 

Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.

4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.

Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.

Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.

5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.

Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.

Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.

Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.

Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.

6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.

Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.

15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.

Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.

SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var. __________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017



1.

Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.

Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.

OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ

"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."

Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.

Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.

Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.

Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.

İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.















Articles in Turkish


ARTICLE EN LANQUE TURQUE SUR TRUMP



Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)

2.

22 Şubat 2017

Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.

Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)

Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.

Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).

BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.

Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.

Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 

Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.

1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.

Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.

Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.

Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.

Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.

2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.

Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.

Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.

Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.

3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 

Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.

4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.

Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.

Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.

5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.

Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.

Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.

Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.

Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.

6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.

Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.

15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.

Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.

SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var. __________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017



1.

Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.

Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.

OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ

"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."

Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.

Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.

Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.

Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.

İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.

Articles in Turkish

ARTICLE EN LANQUE TURQUE SUR TRUMP
Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)
2.
22 Şubat 2017
Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.
Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)
Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.
Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).
BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.
Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.
Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 
Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.
1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.
Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.
Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.
Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.
Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.
2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.
Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.
Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.
Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.
3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 
Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.
4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.
Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.
Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.
5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.
Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.
Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.
Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.
Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.
6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.
Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.
15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.
Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.
SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var. __________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017
1.
Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.
Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.
OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ
"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."
Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.
Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.
Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.
Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.
İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.

Articles in Turkish

ARTICLE EN LANQUE TURQUE SUR TRUMP
Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)
2.
22 Şubat 2017
Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.
Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)
Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.
Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).
BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.
Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.
Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 
Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.
1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.
Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.
Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.
Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.
Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.
2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.
Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.
Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.
Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.
3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 
Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.
4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.
Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.
Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.
5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.
Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.
Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.
Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.
Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.
6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.
Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.
15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.
Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.
SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var. __________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017
1.
Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.
Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.
OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ
"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."
Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.
Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.
Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.
Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.
İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.

Articles in Turkish

ARTICLE EN LANQUE TURQUE SUR TRUMP
Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)
2.
22 Şubat 2017
Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.
Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)
Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.
Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).
BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.
Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.
Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 
Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.
1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.
Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.
Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.
Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.
Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.
2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.
Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.
Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.
Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.
3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 
Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.
4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.
Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.
Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.
5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.
Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.
Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.
Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.
Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.
6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.
Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.
15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.
Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.
SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var. __________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017
1.
Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.
Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.
OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ
"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."
Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.
Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.
Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.
Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.
İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.

Articles in Turkish

ARTICLE EN LANQUE TURQUE SUR TRUMP
Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)
2.
22 Şubat 2017
Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.
Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)
Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.
Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).
BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.
Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.
Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 
Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.
1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.
Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.
Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.
Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.
Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.
2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.
Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.
Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.
Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.
3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 
Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.
4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.
Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.
Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.
5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.
Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.
Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.
Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.
Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.
6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.
Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.
15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.
Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.
SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var. __________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017
1.
Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.
Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.
OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ
"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."
Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.
Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.
Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.
Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.
İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.

Articles in Turkish

ARTICLE EN LANQUE TURQUE SUR TRUMP
Profesör Rodrigue Tremblay, Montreal Üniversitesi tarafından kitap "Yeni Amerikan İmparatorluğu ve" Oku (ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007)
2.
22 Şubat 2017
Global Research'ten Prof. Rodrigue Tremblay, ABD başkanı Donald Trump'ın koltuğa oturduğu günden bu yana gerçekleştirdiği icraatları inceledi.
Prof. Rodrigue TREMBLAY
 (Global Research)
Kasım ayında Amerikalıların yüzde 46.1’i bir emlak kralı olan Donald Trump’ı başkan olarak seçtiklerinde sonuçlarını çok da düşünmediler. Tabii bir politikacının gerçekten ne yapacağını ancak iktidara geçtiğinde bilebiliriz. Amerikalılar gerçekten Cumhuriyetçi başkan adayının vadettiği “değişim”in “kaos” ve “kargaşa” yaratacağını beklemiyorlardı.
Başkan Trump (1946- ) siyasi deneyimden yoksun Rasputin kılıklı üç danışmanı yanına alarak göreve başladı. Dış politikadan sorumlu olup başkanın konuşmalarına yön veren İsrail yanlısı Yahudi damadı Jared Kushner (1981- ), ‘kıyametçi’ dünya görüşüne sahip aşırı sağcı medya yöneticisi, Ulusal Güvenlik Konseyi daimi üyesi ve politika stratejisti Steve Bannon (1953- ) ve son olarak Beyaz Saray’da görev yapan, başkanın konuşmalarını hazırlayan genç ve deneyimsiz bir diğer danışman olan Stephen Miller (1985- ).
BEKLENENDEN DAHA DENGESİZ
Göreve başlamasının üçüncü haftasında Başkan Trump’ın seçim sürecinde ifade ettiği anlamsız sözlerin dahi ötesine geçen ve beklenenden daha dengesiz bir politikacı olduğu ortaya çıkmış bulunuyor.
Ben şahsen seçildiği ve Beyaz Saray’a yerleştiği zaman garip tweetler atmaya son vereceğini düşünüyordum, ne var ki yanılmışım. 
20 Ocak 2017’de göreve başladıktan bir kaç hafta sonra -daha kabineye yaptığı atamalar Senato tarafından onaylanmadan önce- Trump bir imparator yahut bir cuntanın yapacağı gibi bir dizi kararname yayımlaya başladı. Bundaki amaç, sorumlu kurumları ve seçilmiş Kongre’yi baskı altına almak ve bütün bir Amerikan bürokrasisini kendi gündemi için işine geldiğince seferber etmekti. Ancak çok ileri gitti.
Savunma Bakanlığına James Mattis ve Dışişleri Bakanlığına Rex Tillerson’ın atanmasının ardından Başkan Trump İsrail, Çin ve İran politikalarında revizyona gitti. 
Sözde güvenlik kaygılarıyla ABD sınırlarını yedi Müslüman ülkeye (Irak, Suriye, İran, Sudan, Libya, Somali, Yemen) kapatan kararnamenin yürütmesi ise Birleşik Devletler yargısı engeline takıldı.
Şimdi Trump’ın acemi yönetiminin göreve başlamasını takip eden ilk haftalarda nasıl kaos yarattığına bir göz atalım.
1-KARARNAMELERLE YÖNETMEK İSTİYOR 
Başkan Donald Trump bakanlıkları ve seçilmiş Kongre’yi ekarte ederek ülkeyi kararnameler ile yönetmek eğiliminde.
Bir lider, anayasal kısıtlamalar olmaksızın kararnameyle yönetme pratiğini benimserse demokrasiye karşı tehlikeli ve yıkıcı potansiyele sahip bir yaklaşım ortaya çıkar. Olan da budur, Trump bir otokrat olarak yönetme yoluna gitmiş; sorumlu bakanlıkların ve Kongre’nin elini kolunu bağlamış, bütün bir bürokrasiye baş eğdirmiştir. Bu yolda devam ederse, açıktır ki, Trump yönetimi sorumlu demokratik bir hükümetten öte bir çeşit ‘emperyal-başkanlık’ rejimi olacaktır.
Bu terim ilk defa tarihçi Arthur Schlesinger Jr. tarafından Başkan Richard Nixon’un “Başkan yaparsa yasadışı değildir” anlayışı üzerine bina edilen başkanlığın iktidar alanının genişletme girişimine cevaben 1973’te yazdığı ‘Emperyal Başkanlık’ adlı kitabında kullanılmıştır. 2003’te yazdığım ‘Yeni Amerikan İmparatorluğu’ adlı kitabımda ben de Amerikan başkanlarının zamanla Kongre’den bağımsız olarak küresel müdehale politikaları üretme yoluna gittiklerine değinmiştim.
Başkan Trump Amerikan anayasasındaki güçler ayrılığı ilkesine karşın Beyaz Saray’ı siyasi iktidarın birincil merkezi olarak ele almada Başkan Nixon’u geride bırakmaya hevesli görünmektedir.
Elbette diğer Amerikan başkanları da iktidarlarının ilk günlerinde kararnameler yayımlamışlardır ancak buradaki amaç aslî ve çetrefilli politikaları tartışmasız yürürlüğe koymak değil seleflerinin terk ettiği prosedürleri yeniden tesis etmekti.
Trump’ın kararnameleri ise; sağlık, kürtaj, uluslararası ticaret, göç, adalet gibi geniş bir yelpazede, ilgili bakanlıklara veya kurumlara danışıp uzman raporları beklemeksizin ve politika değişiminin gerekçelerini halka açıklamaksızın yayımlanıp işleme konmaktadır. 
Diğer birçok ülkede görüldüğü üzere demokrasiye cephe alıp kararnamelerle yönetme yoluna gitmek hem lider hem de ülke için yıkıcı sonuçlara sahiptir.
2- DİĞER ÜLKELERİ DÜŞMANLAŞTIRARAK GERGİNLİK YARATTI
Başkan Donald Trump diğer ülkelerle gerginlik yaratmak için mazeret aramakta ve dünyanın geri kalanını Birleşik Devletler’e karşı olarak ele almaktadır.
Mart 2007’de CNN’den Wolf Biltzer’e verdiği röportajda Donald Trump, George W. Bush’un dış politikasını sert biçimde eleştirmiş, onu Irak konusunda yalan söylemekle itham etmiş ve binlerce askerin ölümüne sebep olduğu için “Birleşik Devletler tarihindeki en kötü Amerikan başkanı” olarak nitelemiş ve yargılanması gerektiğini söylemiş ve bu eleştirisini bulduğu her fırsatta ileri sürmüştür.
Ne var ki Trump ironik bir biçimde İran hakkında ısrarla yalan söylemekle ve bunu yaparken İsrail Başbakanı Benyamin Netanyahu’nun histerik söylemlerine başvurmakla George W. Bush’un izinden gitmektedir. Çekinmeden yarım düzine ülkenin liderini aşağılayan Trump daha da ileri giderek Meksikalı başkanı ülkesini işgal etmekle tehdit etmiştir. Kısacası,Trump’ın George Bush eleştirisi “tencere dibin kara seninki benden kara” sözünü akla getirmektedir.
Başkan Trump adaylık sürecinde verdiği sözü hatırlamak durumunda. 27 Nisan 2016’da dış politikaya dair yaptığı konuşmada “Diğer başkan adaylarından farklı olarak benim önceliğim savaş ve saldırganlık olmayacak. Diplomasi olmaksızın dış politika yapılmaz. Bir süper gücün sabır ve itidalin önemini anlaması gücün gerçek işaretleridir. Irak Savaşı’na karşı olduğumu ve savaşın Ortadoğu’da istikrarsızlığa neden olduğunu yıllardır söylemekten geri durmadım.” demişti.
3- PATRONLARI ELEŞTİRİYORDU, PATRONLARIN  İSTEDİĞİNİ YAPTI
Başkan Donald Trump Wall Street’in politikacılar üstündeki etkisini eleştirirken samimi değil.
2016 Başkanlık seçim süreci boyunca aday Donald Trump, Wall Street firmalarıyla yakın ilişkiler içerisindeki politikacıları şiddetle eleştirmiş ve defalarca Wall Street’in (ABD sermayesi, büyük patronlar kastediliyor) Amerikan işçi sınıfını soyan ve elitleri zenginleştiren yozlaşmış bir kurum olduğunu ifade etmişti. 28 Temmuz 2016’da yazdığı twitter mesajında rakipleri Hillary Clinton ve Ted Cruz’un Wall Street tarafından satın alındığını ve başkanlığa uygun adaylar olmadıklarını belirtmişti. 19 Ekim 2016’daki tweet’inde ise “sahtekar Hillary Wall Street’in kuklası olmaktan öte bir özelliğe haiz değildir” demiş ve kendisini finansal elit karşısında işçi sınıfının popülist savunucusu olarak sunmuştu. 
Tahmin edin ne oldu! 
Trump’ın başkan olarak ilk hamlelerinden biri 2008 krizi ardından 2010 senesinde uygulamaya konan Dodd-Frank Reformu olarak bilinen bankacılık düzenlemelerini ortadan kaldırmak oldu. Yani, politikacıları doğru yoldan saptırmakla suçladığı Wall Street’in finans devlerinden gelen isteği duraksamaksızın kabul etti. Hatta daha da ileri gidip öndegelen çokuluslu bankalardan birinde görev yapmış bir bankeri, Steven Mnuchin’i Hazine Bakanlığı’nın başına getirdi.
Goldman Sachs adlı büyük bir bankayla yardım ve destek ilişkileri kuran Trump bu bankanın genel müdürü Gary Cohn’u Ulusal Ekonomi Konseyi’nin başına getirmekle Wall Street’in ekonomi ve finans politikalarında ne derece etkili olacağını göstermiş oldu.  
Öyleyse Trump’ın rakiplerini Wall Street bankalarının kuklası olmakla itham etmesi yalnızca bir seçim kampanyasından mı ibaretti ? Bu kesinlikle yanıtlanmaya değer bir soru.
4-BASIN ÖZGÜRLÜĞÜNE VE YARGI BAĞIMSIZLIĞINA  SALDIRDI
Başkan Donald Trump’ın basın özgürlüğü ve yargı bağımsızlığına karşı durmak bilmeyen saldırıları güçler ayrılığı ilkesini ihlal etmekle otoriter bir yaklaşım sergiliyor.
6 Şubat’ta Başkan Trump hiç bir kanıt ileri sürmeden çok ciddi bir suçlamada bulundu: Amerikan medyasını “terörist saldırılardan bahsetmemekle” itham etti. Ayrıca, anayasaya aykırı kararnamelerine karşı harekete geçen yargıçları tehdit edip yargı bağımsızlığına karşı tehditte bulundu.
Açıktır ki Trump’ın yaklaşımı, basın özgürlüğünü tehdit etmekte ve Birleşik Devletler Anayasası’nda yer alan güçler ayrılığı ilkesini aşağılamakta ve ihlal etmektedir.
Bu öyle ufak tefek bir mesele değil. Bilindiği üzere otoriter rejimler kendilerini kabul ettirmek ve hesap verme zorunluluğundan kaçınmak için yürütme yoluyla yasama ve yargı üzerinde baskı oluştur ve yönetimi denetleyecek kurumları susturmaya çalışırlar.
5-YANLIŞ EKONOMİK KARARLAR ALDI
Başkan Donald Trump neredeyse bütün iktisatçılar tarafından reddedilen merkantalist bir uluslararası ticaret görüşüne sahip.
Başkan Donald Trump ulusal ve uluslararası koşulları ve Birleşik Devletler ödemeler dengesini, özellikle sermaye bilançosunu dikkate almaksızın ülkesinin diğer ülkeler karşısında ticaret malları ve servisler bakımından fazla vermesini istiyor gibi gözükmektedir. Bu iktisaden yanlıştır. Günümüz dünyasında bir ülkenin ödemeler dengesi bu şekilde işlemez.
Donald Trump bütün dikkatini ödemeler dengesinin yalnızca bir yönüne, ticaret dengesine, çevirmekle bir noktayı kaçırıyor. Örneğin bir ülke kazandığından çok harcarsa ve dışarıya borçlanırsa bu borçlanma ülkeye yabancı sermaye girişi manasına gelir. Bu tür bir sermaye girişi bir ülkede yurtiçi harcamaların üretime kıyasla artmasına sebep olmakla dünyanın geri kalanından mal ve servis alınmasının önünü açar. Böylece ticaret dengesi açık verirken sermaye bilançosu bir fazlalık gösterir.
Birleşik Devletlerin ticaret açığına sahip olmasının arkasındaki temel sebep de dışarıdan çok fazla borç almasıdır.
Birleşik Devletler hükümetinin büyük mali açıklar vermesinin sebebi kısmen gelirlerinden fazla harcaması ve özel sektör ile yabancılardan borç alıp kamu borcunun giderek yükselmesidir. Bu açıklar ayrıca vergi indirimleri ve yüksek askeri harcamaların da bir sonucudur. Küresel ekonomi reserv para olarak Amerikan doları kullanmakta bu durum da ABD’nin kronik bir ticaret açığına sahip olmasına sebep olmaktadır. Trump ve danışmanları uluslararası finansın nasıl işlediğini anlamak durumundadır.
Trump yönetimi Birleşik Devletlerin yıllık ticaret açığını düşürmek istiyorsa hükümet dış borçlanmayı azaltmalıdır. Aşırı harcama ve dış borçlanma devam ederse ‘ticaret savaşları’ Birleşik Devletlerin ticaret açığını iyileştirmeyecek daha da olumsuz bir durum yaratacaktır.
Birleşik Devletler hükümetleri onlarca yıldır savaşları finanse edebilmek için borç üstüne borç alarak süregelen bir bütçe açığı yarattı. Amerikalı politikacılar ülkelerini iflasa sürüklemek istemiyorlarsa bunun farkına varmalılar. Geçmişte fazla genişlemiş imparatorlukların yaşadığı çöküşlere benzer bir durumun günümüzde sürekli ürettiğinden fazla harcayan bir ülkenin başına gelmeyeceğinin bir garantisi yok. Ayrıca savaşların ölüm ve yıkımdan başka bir şey üretmediğini de unutmamak gerek.
6- ORTADOĞU’DAKİ KAOSU DEVAM ETTİRECEK
Ortadoğu’daki kaosun sona ereceğine dair umutlar büyük ölçüde sönümlendi.
Trump’ın seçilmesinin olumlu taraflarından biri Ortadoğu’daki ölümcül kaosa son vermeyi vadetmesiydi. Ne var ki göreve başlar başlamaz Başkan Trump bu vaadinden caymış gibi görünüyor.
21 Mart 2016 Amerikan İsrail Kamu İşleri Komitesi’ndeki konuşmasında batı dünyasının Kudüs’ün Araplar, Hıristiyanlar ve Yahudilerin beraber yaşadığı BM korumasında uluslararası bir şehir olarak ele alınmasına dayanan yarım yüzyıllık politikasını değiştirme sözü vererek, zengin siyonist bağışçılarını pohpohladı. “Amerikan büyükelçiliğini Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşıyacağı”nı ilan etti.
15 Aralık 2016’da Trump, yarım yüzyıldan fazladır süregelen İsrail-Filistin çatışmasına açıkça İsrail’den taraf olduğunu muhafazakar İsrailli yerleşimcilerin Filistinlilere ait topraklar üzerine yerleşmesinden yana tavır alarak göstermiş bulunuyor. Yeni atanan büyükelçi David Friedman da hiç vakit kaybetmeden “Amerikan büyükelçiliğinin Tel Aviv’den Yahudilerin ebedi başkenti Kudüs’e taşınması” için çalışacağını açıkladı.
Ayrıca anlaşılıyor ki daha önceleri Clinton’un tedbirsiz olmakla eleştiren Trump, Suriye konusunda benzer bir biçimde tehlikeli ve ihtiyatsız bir politika izliyor. Trump 25 Ocak’ta Suriye Hükümeti’nin rızası olup olmadığını dikkate almadan ve Suriye üzerinde etkin olan Rusya, Türkiye ve İran’a danışmadan ülkede güvenli bölgeler oluşturacağını duyurdu. Ancak Trump Suriye’de terörizme sponsor olan Suudi Arabistan ve Birleşik Arap Emirlikleri liderleriyle konuşmayı seçti.
SONUÇ
Donald Trump’ın seçilmesinden bugüne kadarki gelişmeler, önümüzdeki yıllar için birçok meselenin kötü gidebileceğine dair bir dizi endişe yaratıyor. Trump yönetiminin politikalarının çoğu Birleşik Devletler ve dünyanın karşılaştığı sorunlara yanlış çözümler içeriyor. Bu yanlış tasarlanmış politikaların, sorunları çözmek yerine daha da kötüleştirmesi daha mümkün.  Bakan ve danışmanların göreve başlamasıyla işler bir şekilde değişmeye başlamış gibi. Umalım ki Trump, soğuk kanlı kalmayı başarıp deneyim, bilgi ve salahiyete önem veren bir yönetim oluştursun, buna çok ihtiyacı var. __________________________________________
Çeviren: Kemal Berkay Baştuji
* Numaralandırma, Evrensel'in tercihidir
Son Düzenlenme Tarihi: 22 Şubat 2017
1.
Bu yazı www.globalresearch.ca sitesinde yer alan, Prof. Rodrigue Tremblay (*) tarafından yazılan Obama's Threat to Launch a Nuclear Attack on Iran (May 5, 2010) adlı makalenin çevirisidir. Çeviri için hem site yönetiminden hem de yazardan izin alınmıştır.
Not1: Bu makaleyi çevirmek için harcadğım emek ve zamandan anlaşılacağı üzere yazarın söylediklerine genel olarak katılsam da, aşağıda okuyacağınız makale öncelikle yazarı bağlar.
OBAMA'NIN İRANA NÜKLEER SALDIRI TEHDİDİ
"(Kıyamet Kuvvetleriyle İsrail arasındaki) bu savaş, bu çatışmayı kullanarak Yen Çağ başlamadan önce insanlık düşmanlarını silmek isteyen Tanrı'nın dileğiyle gerçekleşmiştir." ABD Eski Başkanı George W. Bush (Fransa Başkanı Jacques Chirac'la 2003 yılında yaptığı bir konuşmadan).
"Önleyici savaş, (Adolf) Hitler'in icadıdır. Böyle bir şeyden bahseden Bir insanı ciddiye alıp dinlemem bile. " Dwight D. Eisenhower
Biz bölgemizde nükleer silahlanma istemiyoruz. Kimin böyle bir program yürüttüğüne bakmaksızın, bizim bu konudaki politikamız gayet açıktır. Bizim için İsrail ya da İran olması fark etmez. İran konusunda bu kadar hassas olan uluslar arası cemiyetin İsrail'e de dikkat etmesini istiyorum." Recep Tayyip Erdoğan, Türkiye Başbakanı
"Bu anlaşmadaki hiçbir şey, anlaşmaya imza atan tarafların nükleer enerjiyi barışçıl amaçlarla geliştirme, araştırma ve üretme hakkını etkileyecek şekilde yorumlanamaz."
Artık hemen hemen herkes, 2003'te başlayan Bush-Cheney Irak savaşının kurgu ve kandırmacaya dayandığını biliyor. Irak'ta, bu ülkeye hukuk dışı saldırmanın gerekçesi olarak gösterilen "kitle imha silahları " yoktu. II. Bush ve suç ortakları bunu biliyordu.
Ama inanılmaz bir şekilde, tıpkı Bush-Cheney hükümetinin 2003'te Irak'a savaş açmak için Irak'ta kitle imha silahları olduğunu (yalan yere) iddia etmesi gibi, 2010 yılında da Obama-Biden hükümeti, İran'ın uranyum zenginleştirme ve nükleer enerji santrali kurma programının, İsrail, Avrupa ve ABD için yaşamsal tehdit oluşturduğunu iddia ederek İran'a karşı tek taraflı yaptırımdan söz ediyor; hatta İran'a karşı savaş tamtamları çalıyor.
Bariz bir abartı olmasını yanı sıra, bu iddia son derece de tehlikeli. Uluslararası hukuka göre zaten yasadışı olan böyle bir askeri saldırının ayrıca çok ciddi ekonomik sonuçları olacaktır; çünkü böyle bir hareketin dar Hürmüz Boğazı'nı kapatacağı hemen hemen kesindir. Tüm dünyadaki petrol ticaretinin yaklaşık %40'ının bu boğaz üzerinden geçerek İran Körfezi'nden çıkıp Arap Denizi'ne aktarıldığını hatırlatmalı mıyız? Bu boğazın kapatılması, uluslararası petrol fiyatını hiç görülmemiş derecede yükseltecektir.
Yani, İsrail lobisi ve savaş yanlısı yeni-muhafazalar (neocon) medya 2010-11 yılında İran'da, tıpkı 2002-03'te Irak'ta yaptıkları gibi bir savaş çıkarmayı başaracak olursa, halihazırdaki iltihaplı finansal kriz tam bir dünya buhranına dönüşebilir. İnanın bana, şu anda dünyaya gereken sen son şey, iyileşmeye çalışan ekonomiyi rayından çıkaracak bir petrol şokudur.
Ancak en kaygı verici gelişme hiç şüphesiz ki, Başkan Barack Obama'nın 6 Nisan 2010'da yaptığı konuşmada, bu ülkeler Washington'ın istediği çizgiye gelmezse İran ve Kuzey Kore'ye nükleer saldırı başlatacağını ima etmesidir. Böyle bir esnek konuşma son derece tehlikelidir, çünkü nükleer silah kullanılmasının ciddiyetini, tüm dünyanın kaçınması gereken şekilde bozar niteliktedir. İran'ı kötüleyen açıklamalar yapmak ve diğer Amerikalı politikacıların bağımsız bir ülkeye karşı sürekli olarak yaptırım çağrısında bulunması ayrıca, iç politikada olumlu etkileri olsa bile son derece verimsiz bir yaklaşımdır.
Bunlara ek olarak bir de, insansız araçların Pakistan'da sivillerin üzerine bıraktığı bombalar ve Afganistan'ın diğer yerlerinde, Obama hükümetinin başa geldikten sonra yoğunluğunu iyice artırdığı Amerikalı ölüm birliklerinin yaptıkları var. Burada bir düzen var: Washington DC'de kim başta olursa olsun, genel olarak hukuk dışı olan kararlar verilirken, hiçbir hukuki ya da ahlaki ölçüt hesaba katılmıyor.
İran'ın yürüttüğü iç politikanın kınanmayacak gibi olmadığı doğru. Burası, demokratik ve teokratik kuralların karışımıyla yönetilen bir ülke. Ancak, Batı kriterlerine göre gerçek anlamda demokratik bir ülke olmasa bile, İslami köktendinci Suudi Arabistan'la kıyaslandığında çok daha demokratik ve kadınlara karşı çok daha az baskıcı bir ülkedir. Ancak, sırf bir ülkenin iç politikasını beğenmiyoruz diye o ülkeye savaş açmayız. BM Tüzüğü ve Nuremberg Tüzüğü öyle demiyor.
Mantıken, bölgedeki nükleer güce sahip bütün ülkelerin (İsrail, Pakistan, Hindistan) tıpkı İran gibi Nükleer Silahsızlanma Anlaşmasını imzalaması gerekir, çünkü nükleer silahların kazara ya da daha kötüsü kasten kullanılması hem bölge hem de bütün dünya için büyük bir tehdittir. Uzun vadedeyse, nükleer savaşları engellemek, ama aynı zamanda hiçbir ülkenin kendi ekonomik gelişimini güçlendirmek için nükleer enerji kullanmasına engel olmayacak yeni ve daha geniş kapsamlı bir silahsızlanma anlaşmasına ihtiyacımız var. Dünyadaki her ülkenin uranyum zenginleştirmeye ve nükleer enerji santrali kurmaya hakkı vardır.
                                                       
(*) Dr. Rodrigue Tremblay, Montreal Üniverstesi'nde profesör ve "Yeni Amerikan İmparatorluğu" kitabının yazarıdır. ISBN: 978-9944-119-39-9 NOVA Yayınları, Ankara, Türkiye 2007.
Dr. Tremblay'ın son kitabı "The Code For Global Ethics" Prometheus Books, 2010, [ISBN: 978-1616-14-17-21] İngilizce ve Fransızca olarak basılmıştır.